|
||||||||||||||||||||||||||||||||
|
ISTIRAP VE KARMA İLİŞKİSİ
Paul Brunton
İnsanların düşünme biçimi, birbirlerinden önemli ölçüde
farklıdır; yaşama bakış açıları da böyle olmak zorundadır çünkü bu
ikincinin derinliği birincinin niteliğine bağlıdır. Düşünme biçimi ve
bakış açısı, son çözümlemede daha önceki yaşamların sonucudur. Hiçbir
deneyim hiçbir zaman silinmez. Sayısız yaşamların sayısız anıları,
farkına varmadan özümlenir ve insanların yaşamlarını ve özelliklerini
onlar nedenini bilmeden etkileyen eğilimlere, sezgilere, şuura ve
bilgeliğe dönüşür. Ama bu süreç çok uzun ve çok yavaştır. Bizi amaçtan
ayıran engellerin üstünden atlayamayız. Önemli olan, doğru yönü
korumaktır. Durmak olanaksızdır. Ya ilerlemek ya da gerilemek gerekir. Ego başlangıçta bencil ve ivedi yararlarının ötesini göremez.
Mutluluğunu körcesine başkalarının zararına olarak arar, böylece onların
yaşamına, daha sonra karmik cezalandırma nedeniyle kendininkine de
ıstırabı sokar. Kötülük yapmak özgürlüğünün bedelidir.
Istırabın karmik nedenlerinin
ortadan kalkmasıyla, ıstırabın kendisi de ortadan kalkar. Dünyasal bir
süreçteki kötülük ve acı, ebedi olamaz. Bu süreçler yalnızca varoluşun
belli bir dönemidir. Kötülük geçicidir. Sonunda kendi kendini yener.
Kötülüğün nedeni ne olduğunu görmemek, uyumlu davranmamak, doğruyu
anlamamaktır. Kısacası bu, gerçek zekadan yoksun olmak, doğru varlığın
uzağında dolaşmak, yaşamı yanlış biçimde anlamaktır. Bu yanlışları
ortadan kaldıracak kavrayış elde edildiği zaman, etkinliği biter ve
silinir gider. Kötülük vardır ama ebediyen değil; sonunda dönüştüğüne
hiç kuşku yoktur. Eğer acı ve kötülük gezegenimizde önemli bir rol
oynuyorsa, bilinmiyor olabildikleri ve gerçekten bilinmedikleri başka
gezegenler de bulunduğunu anlamayacak ölçüde kendi kendimizle fazla
uğraşıyoruz. Dünya, yaşamın evrimsel etkinliklerine ve sonuçta insana bir
sahne sağlamaktadır. Her devirde çok farklı varlıksal seviyelerdeki
varlıklar enkarne olur. Enkarne olan varlıklardan, yeryüzü hayatları
boyunca kötülüğün gereksizliğini idrak edenler, böyle bir kavrayışa
ulaşan varlıklar, bu kavrayışa ulaşma yolunda olan varlıklarla birlikte
enkarne olmaya devam eder. Tekâmül süreci öyle bir döneme gelir ki,
bilgisizliği ve varlıksal seviyesi gereği kötülük eden ve ıstırap
çektiren varlıkların sayısı giderek azalır. Bu varlıklar kendi doğal
gelişimleri sürecinde evrim basamaklarını tırmanıp daha yüksek
realitelere ulaşırlar. Yeryüzüne enkarne olan varlıkların şuur seviyesi
arttıkça, kötülük etmenin ve başka varlıklara ıstırap çektirmenin
gereksizliğini çoktan kavramış olan varlıkların evrimi daha da hızlanır.
İşte o andan sonra kötülük tümüyle yok olmak üzere silinecektir. Istıraptan tümüyle kurtulmuş bir dünya istemek budalaca
olurdu. Sinir sistemi, kazara aleve tutulan bir elin sahibini
uyarmasaydı ne olurdu. Bu el yanar ve büsbütün yitirilirdi. Öyleyse bu
durumda ıstırap kılık değiştirmiş bir dost gibi iş görmektedir. Demek ki
ıstırap fizik yaşamı koruduğu zaman, nesnelerin evrensel düzeninde haklı
bir yer tutmaktadır. Elbette ki ahlaki yaşamı koruduğu zaman da haklı
bir yer tutmaktadır. Istırap ahlaki varoluşumuzun evrimi anlamında sık
sık zevkten çok daha yararlı bir yer tutmaktadır; ama bencilliğimiz bu
olguyu bizden gizler. Istırap ikide bir
içine düştüğümüz sağduyu gevşekliğinden bizi çekip çıkardığı için çok
değerlidir. Eflatun, bir cezayı hak eden bir insan için bundan
kaçınmanın bir mutsuzluk olduğunu belirtmiştir. Bu ceza ona yanlışını
anlatıp, karakterini geliştirebilirdi. İnsanın gaddarlığını, gururunu,
baştan çıkmış isteklerini en iyi yenen yine ıstıraptır. Aşırı derecede gelişmiş bir “benlik” duygusunun karmik
telafisi için uğranılan ıstırap, bir çıbanı deşen neşterin yol açtığı
ıstıraptan daha fazla bir ceza değildir. Burada daha önceki eylemlerin
basit bir sonucu söz konusudur. Zaman insanı eğitir ve ondaki doğru
olanı kavrama yeteneğini geliştirir. Geçmişteki yanlışlarıyla üzerine
çektiği sorumlulukları yerine getirecek alçakgönüllülüğü kazandığı
zaman, acıların hak edilmiş olduğunu kendisi de anlar. Şu andaki
kişiliğinde bunlara bir neden bulamıyorsa, bunun daha önceki
kişiliklerinde bulunduğunu düşünmelidir. Hiç kimsenin kendine
bir disiplin uygulamaya eğilimi yoktur. Bunun için herkes karmanın ona
dayattığı disipline boyun eğmek zorundadır. Demek ki özellikle başımıza
gelen acı ve ıstırap karmanın işidir. Bunların tohumları, ille daha
önceki bir yaşam sırasında değil, bugünkü yaşam sırasında da atılmış
olabilir. Karma öğretisini kabul ederken insanların çoğunun işlediği ilk
yanlış, bunun etkisini gelecek bedenlenmelere aktardığını sanmaktır.
Doğrusu şudur ki eğer olabilirse, eylemlerimizin sonuçlarıyla, yerine
getirildikleri aynı yaşam sırasında da karşılaşırız. Her an bir sonraki
anın öyküsünü biçimlendiriyoruz. Bir gün bile öbürlerinden soyutlanmış
olarak düşünülemez. Karma sürekli bir süreçtir ve ertelemeye çalışmaz.
Onu, kararını ölümden sonra bildiren bir tür yargıç gibi düşünmek
yanlıştır. Ama sıklıkla bu sonuçları, şimdiki yaşamın özel koşullarına
uygun bir biçimde gösteremez. Bu durumda -ama yalnızca bu durumda- bu
sonuçlar daha sonraki bir varoluşa aktarılmış bulunurlar. Bu anlamda karmayı doğru algılamak çok önemlidir. Takınılacak
olan uygulamaya yönelik tutum çok önemlidir. Örneğin her saldırgan
eylemi kayıtsızlıkla karşılamak ve nasıl olsa karma bunu ödetecektir,
karma her yere adalet getirecektir diye düşünmek yanlıştır ve
pasifizimdir. Karmanın araçlara gereksinimi vardır, etkileri hiçlikten
mucizevî bir şekilde çıkmaz. Demek ki tepkilerini göstereceği nedenleri
harekete geçirmek üzere, onunla işbirliği yapmayı reddetmemek
zorundayız. İkinci önemli yanlış, olayların değiştirilemez biçimde
saptandığına, dışsal varoluşumuzun önceden düzenlendiğine, içinde
bulunduğumuz durumların iyileştirilmesi için hiçbir şey yapamayacağımıza
inanmaktır. Bu inanç kendi kendimizi zayıflatır ve doğruya küfretmek
demektir. Daha önce yarattığımız durumlardan ve miras aldığımız
koşullardan geçmemiz gerektiği doğrudur; ama aynı zamanda bunları
değiştirebileceğimiz de doğrudur. Daha önce yarattığımız durumlar ve miras aldığımız koşullar
bireysel alın yazımızdır. İnsanın alın yazısı yalnızca yüzeysel
yaşamında, yani kişiliğinde bulunur, Yüce benliğinde değil. İnsan, Yüce
Benliğinin ve kişiliğinin bileşimidir. İnsanın dışsal yaşamı, alın
yazısının ve cüz’i iradenin bir bileşimi olmalıdır. İşte bu cüz’i
iradeyi harekete geçirip bazı şeyleri değiştirebilmek mümkündür. Her eylemin çifte bir yapısı vardır. Varoluşumuzun yarı
bağımsız, yarı önceden belirlenmiş bir niteliği vardır. Soyaçekim,
eğitim, deneyim, karma, cüz’i irade ve çevremizdekiler, yaşantılarımızın
dışsal ve içsel yapısını biçimlendirir. Yazgımızın halısını biz dokuruz.
Ama bu dokumada kullandığımız iplik, daha önceki düşünce ve
eylemlerimizin bize dayattığı tür, renk ve niteliktedir. Materyalistler insanın yazgısının, düşüncelerinin,
eylemlerinin tümüyle fizik çevre tarafından belirlendiğine inanırlar.
Bazı bilgisiz doğulular da kendilerini tanrısal bir alın yazısının
tutsağı olarak görürler. Karma anlayışına göre her ikisi de yanlıştır.
Karma insana, çevresini olduğu kadar kendini de biçimlendirmesi için
yeterli özgürlük tanır. İnsan bunu kendi gelişimiyle ya kısırlaştırır ya
da zenginleştirir. Doğaya ya yardım eder ya da köstek olur. Karma,
yazgının kapısında dilenciler gibi beklememiz gerektiğini öğretmez.
Geçmişteki cüz’i irademiz, bugünkü yazgımızın kaynağı olduğu gibi,
şimdiki de gelecekteki yazgımızın kaynağı olacaktır. Demek ki iki
etkenden en güçlüsü bizim irademizdir. Ne belirsiz bir kaderciliğe, ne
de kendine aşırı bir güvene yer yoktur. Hiç kimse, içsel perspektifini
ve çevresini oluşturma konusundaki sorumluluklarından kaçamaz, bunları
başka birinin ya da başka bir şeyin üstüne atamaz. Engellere karşı
savaşan herkes, sağırlaşmasına karşın yazgının önünde eğilmeye karşı
çıkan ve dünyaya yeni başyapıtlar veren Beethoven’i anımsamalıdır. Her insan, eylem
sırasında işlenen yanlışları incelemeli ve bunların kaynağını kendinde
aramalıdır. Hiç olmazsa kısmen bir sorumluluğu içtenlikle kabul etmeli
ve kendini düzeltmek için elinden geleni yapmalıdır. Kendini düzeltmek
elbette ki zordur ama daha sonraları kendini uğraştıracak olan
yanılsamalar beslemekten daha iyidir. Çünkü bir düşünce ya da eylemler
dizisi kötü olduğu anda hazırladığı karmik sonuç bir fotoğraf kadar
kesindir. Karmik bir güç, belli bir atılım kazandığında, her ne kadar
sonucu biraz değiştirilebilse bile, artık durdurulamaz. Acımasızca
harekete geçmeden önce karmik enerjileri söndürmek için istenmeyen her
gelişmeyi daha yumurtadayken boğma konusundaki felsefi ilke bundan
kaynaklanır. Belli bir gelişme ve güç derecesine ulaşmayan bir düşünce
karmik sonuçlar üretmez. Böylece kötü fikirleri daha doğarken boğmaya
verilen bütün önem anlaşılmaktadır. Kendindeki kötü bir eğilimi ya da
bir ulustaki kötü bir devinimi zapt etmenin tek yolu daha başlangıç
evresinde, canlı bir güç kazanmadan önce onu durdurmaktır. İnsanın başına gelen, en içteki varlığının gizli iradesiyle
olmuştur. Istıraplar en son anlamda değil, yalnızca anlık kötülüklerdir.
Dışsal ve acımasız bir güç gibi görünen de aslında arılaştırıcı ve içsel
bir güçtür. Er ya da geç kötülük, insanı onu ortadan kaldırmaya
yöneltir; acısının da onu huzuru aramaya yönelttiği gibi. O zaman kişi
Yüce Benliğin arayışına girişir. Sonuçta kötülüğün her bireyin yaşamında
geçici ve belirsiz bir evreden başka bir şey olmadığını anımsamakta
yarar vardır. Bu kesinlikle yok olmak zorundadır çünkü kendi yıkımının
tohumlarını içinde taşır. Karma tarafından gerçekleştirilen sürekli
uyarlamalar sayesinde yüzeysel benlik, zekâsını ve gücünü kötüye
kullanmayı kaçınılmaz olarak bırakır ve bunları tanrısal olanla uyuma
yöneltir. Doğru eylemlerinin en
iyi karmik ödülü, bunun sonucunda karakterin yükselmesi, kötüleri için
en fena ceza ise karakterin bozulmasında bir artıştır. Karakterlerimizin
bozulmaması ve giderek daha da kalitelenmesi için düşünce
alışkanlıklarımızı, oluşturduğumuz düşüncelerin yapıcı veya yıkıcı
olabileceğini her an göz önünde tutmak gerekir. Negatifte yoğunlaşmış
istek ve düşünceler, bireyin hayatına fiziksel ıstırapları bile
getirebilir. Cinayeti işlememiş bile olsa bunu düşünmüş olduğu için
fiziksel bir ceza çekebilir. Benzer nedenlerle
kötücül düşünme biçimleri, bedendeki hastalıklar olarak ortaya
çıkabilir. Doktorlar hastalığın fizik nedenlerini görebilirler ama aşırı
bir öfke, hastalıklı bir kin, başa çıkılamayan bir korku, olağanüstü
güçlü bir istek olabilen zihinsel nedeni göremez. Ancak bu yaklaşım
bütün hastaların olumsuz düşünceleri vardır ya da olmuştur demek
değildir. Başkalarıyla birlikte
yaşıyoruz. Ortaklaşa günah işliyoruz, aynı şekilde ortaklaşa kurtulmak
zorundayız. Karma bize toplumun tümüyle birlikte ıstırap çektirir ve
bizi onunla birlikte neşelendirir. Öyleyse kendi çıkarımızı
toplumunkinden ayıramayız. Küçük ya da büyük farklı gruplar arasındaki
kinler ve kavgalar kadar, sınıflar, uluslar ve ırklar arasındaki
uyuşmazlıklar da yararsızdır. Sonuçta hepsi birbirlerine bağımlıdırlar.
Bunları ayırmak, bireyleri ayırmak kadar yanıltıcıdır. Bencil amaçlara ayrılan bir yaşamla elci amaçlara adanmış bir
yaşam arasında geri dönülmez biçimde bir seçim yapan her insan, yalnız
kendi yazgısı üzerinde değil, uygarlığımızın doğrudan yazgısı üzerinde
de etkili olur. Böyle varlıkların var olması bir umut ışığı
getirmektedir. En büyük günahkâr bile, eğer içtenlikle pişman olursa,
olabilecek en büyük ölçüde kendini düzeltmek ve üstün inanca dönmek
isterse, hak etmediğini elde edebilir. Daha önceki yaşamı ne olmuş
olursa olsun, düşünceleri ve eylemlerini değiştirerek sesini, tanrısal
lütuf bağışının inmesinin her zaman mümkün olduğu bu çok yüksek bölgeye
işittirmeyi başarabilir. Kurtuluş herkes içindir. Kaynak: Yüce Benliğin Bilgeliği Ruh ve
Madde Yayınları |
|||||||||||||||||||||||||||||||