anasayfa hakkimizda linkler iletisim
   
   
   
SİTE PLANI
Şifa Nedir
Bireysel Hizmetler
Uygulamalar & Teknikler
Eğitimler
Psişik Korunma
Aura ve Enerji Alanı
Tamamlayıcı Yöntemler
Ruhsal Şifacılar
Yazılar
Kitaplar
 
 
 
 

 

SAVAŞ ALANLARI VE KAYIP RUH PARÇALARI

 

Marion Boon*

 

Size bazı resimler göstererek başlayacağım. Bu resmi 19 yy.da Japon bir sanatçı yapmış. Ben bir kopyasını getirdim. Bu bir samuray, bir savaşçı. Çok güçlü bir savaşçının, bir samurayın en büyük travması ne olabilir? Onun en büyük travması, ona en çok ihtiyaç duyulduğu zamanda kendi evinde olamamasıdır. Bunu bütün kültürlerde bulabilirsiniz. Askerler, kendi yaşadıkları yerlerde, köylerde, kasabalarda onlara en çok ihtiyaç duyulan zamanlarda genelde başka yerde olurlar ve kendi kasabalarına bir şey olduğu zaman kendilerini asla affetmezler. Güçlü ve eğitimli bir savaşçı olarak size ihtiyaç duyulduğu anda orada olamamanız ruhunuz için çok güçlü bir travmadır. Bunu, sonraki nesillere, sonraki enkarnasyonlarınıza kendinizi değersiz hissederek taşıyabilirsiniz. Hatta sonraki enkarnasyonlarınızda bir aileye sahip olmadan kendinizi yalnız kalmaya mecbur tutabilirsiniz çünkü kendinizin değeri olmadığını düşünürsünüz.

Japon sanatçı Hiroshi bu konularla ilgili, kahramanlar ve hayaletlerle ilgili birçok resim yapmış. Japon kültüründe bir dramayı çok estetik bir şekilde anlatmanın yolları vardır. Buradaki kahraman, bu da hayaleti. Bu resmin hikâyesi şu: Buradaki savaşçı öldürülmüş olan, katledilmiş olan karısının kanını bir taşın üzerinde buluyor. Bu resmi özellikle seçmemin sebebi şu, taşın üzerinde bir kan var ve o kan bu savaşçıya karısına ne olduğunu anlatıyor. O bir Japon savaşçısı olduğu için karısının ruhu onunla birlikte kalıyor ve bunu kimin yaptığını ona anlatıyor. O da gidiyor ve bunun intikamını alıyor. Bu eski bir hikâye ve ben bunu çeşitli kültürlerden birini temsil ettiği için seçtim. Birçok kültürde ruhların ölümden sonra bir yerlerde kaldığı bilgisi vardır. Bu hikâyeyi konuşmama bir giriş sunsun diye seçtim.

Şimdi savaş alanlarıyla ilgili bir konuşma yaptığım için doğal olarak kandan da bahsetmem gerekiyor. Kan yaşamsal enerjidir, yaşamsal bir güçtür.  Yaşamsal enerjiyi ve gücü taşır. Tıbbi sebepler yüzünden kan bağışında bulunuyorsanız kanı verdiğiniz zaman, kanınız bedeninizden çıkarken ona odaklanıp şunu söylemek doğru olur:  “Kendi yaşamsal gücümü ve kendi enerjimi kendimde tutuyorum fakat kanımı ihtiyacı olan başkasına veriyorum.”

Bu resim ise insan enerji alanlarını temsil ediyor. İnsan enerji alanları hakkında bilginiz olduğunu düşünüyorum. Amacım şimdi enerji alanlarıyla ilgili bilgi vermek değil ancak ölüm gerçekleştiğinde enerji alan katmanları da kişinin bedenden ayrılan canıyla birlikte gider. Normalde doğal bir ölüm olacaksa kişinin benliği bunu bilir. Örneğin yaşlı birinin içinde ‘ben yakında öleceğim’ fikri ve bilgisi vardır. Zihin, yakın bir zamanda bedenle vedalaşacağının farkındadır. Ölüm anı geldiğinde, hele de uyanıksa bilinç ruha daha çok odaklanır ve odağı git gide bedenden ruha doğru kayar. Ölüme yakın deneyim yaşamış kişilerle çalışanların veya ailesinde bunu deneyimleyenlerin bildiği gibi bazen o süreç yani ölüm anı bazı kişiler için zorlu ve ürkütücü olabilir. Ama bazı insanlarda bu süreç çok kolay, akıcı ve yumuşak olur. Onlar kendilerini ölüme hazırlamışlardır ve bu süreci daha mutlu yaşayabilirler. Doğduğumuz zaman kendimizi bedenle özdeşleştirmeyi öğreniriz, öldüğümüz zaman ise kendimizi ruhla özdeşleştirmeyi öğrenmişizdir. Dolayısıyla ölmekte olan bir kişiye şunu söylemek çok yararlı olabilir: “Öbür tarafta senin ataların seni bekliyor.” Hepimizin ataları var ve bunu söylemek garip kaçmaz.

Regresyon terapisti olarak ve deneyimlerime dayanarak şunu söylemek de doğru olabilir: “Çevrene bak, bak bakalım çevrende kimler var?” Bu size biraz garip gelebilir ama ölmekte olan birine bunu söylediğiniz zaman o insanın ruhu çevresine bakar;  kendi ailesini, cenazesini görür ve birdenbire “aa ben ölmüşüm” der ve öldüğünün farkında olur. Ölürken eğer yeterli zamanları varsa ölmekte olan insanlar bedenlerine daha fazla yakın olan bütün bu enerjilerini, ruhsal parçalarını toplayabilirler. Fakat buradaki Japon bayan öldürülmüştü ve öldürüldüğünde hamileydi.  Bu nedenle onun odağı yaşamdı, ölüme hazırlanmıyordu ve bu şekilde öldürülmekle ilgili huzursuzluğu vardı. Ve öldürüldüğü zamandaki son düşüncesi  “bekle ve gör, kocam seni bulana kadar bekle ve gör” idi. Dolayısıyla yaşama değil intikama odaklanmıştı çünkü o kendi kocasının bir savaşçı olarak intikamını alacağını biliyordu.

O halde ölüm anında yeterli zamanınız olduğu zaman; çevrenizde sizi seven insanlar, aileniz,  doktorlar olduğu zaman bütün bu enerjilerinizi toplamak için yeterli vaktiniz olur ve bu süreci daha kolay atlatabilirsiniz. Ama aniden, birdenbire öldüğünüzde veya Japon kadına olduğu gibi kafanız birdenbire kesildiğinde bu çok ani bir ölümdür ve zihin öldüğünün farkında olmayabilir. Veya ünlü bir Türk korsanı kılıcıyla saldırırken, bir kılıç darbesiyle başı gövdesinden ayrılırsa bedenin başı olmadığı için zihin ölü olduğunun farkında olmaz, ruh çıkıp bedeni terk etmek ister ama ölü olduğunun farkına varmadığı için de enerjisel olarak hala savaşmaya devam eder.

Terapi odalarında bunlarla ilgili çok örnek vardır çünkü bazı insanların hayatlarında hiç bitmeyen bir çatışma ve savaş kalıpları devam eder. Yüzüklerin efendisi filminde izleyenlerin bildiği gibi bir hayaletler ordusu vardı. Onların üzerinde bir lanet vardı, bu öyle bir lanetti ki onların ruhlarının ruhlar âlemine çıkmasını engelliyordu ve onları dünyaya bağlı tutuyordu. Dolayısıyla ruhlar âlemine gidemiyorlardı. O kralın çevresinde toplandılar ve “Eğer atalarının yaptığı laneti geri alırsan biz senin için savaşacağız ama senin bu laneti geri alman lazım, o zaman biz de serbest kalacağız.” dediler. Vikinglerde de buna benzer hikâyeler vardır. Eğer savaşacak insan sayıları az ise ve düşman sayıca çok fazlaysa ruhları yani hayaletler ordusunu yardıma çağırırlar. Böylece büyük bir ordu oluşur.

O halde bu akşamki konuşmamda yoğun enerjisi olan bu yerlerde mesela savaş yaşanmış alanlarda neler oluyor buna değineceğim. Fransızcada böyle yerleri tanımlamak için özel bir tanım vardır oraya “yoğun anı yerleri” denir. Bu sene birinci dünya savaşından sonra geçen yüzüncü sene oluyor. Aslında buna savaş demek bile garip çünkü yaşanılan şey çok ciddi bir katliamdı. Her iki taraftan da yaşları 18, 20 olan çocuklar vardı. Bu katliam dolu zamanların içinde yaşanmış iyi şeyler de yok değil. Örneğin bir Belçika ormanında o genç çocuklar açlıkla ve donma tehlikesiyle mücadele ediyorlar. Hava çok soğuk, yemekleri yok, güç alabilecekleri hiçbir şeyleri yok. İçlerinden biri zaten ölüyorum deyip karşı tarafa geçiyor ve benzer durumda olan bir Almanla futbol oynamaya başlıyor. Sonra da grup olarak akşamları futbol oynamaya başlıyorlar çünkü çok sıkılmışlar ve yapacak başka bir iş bulamamışlar. Bunu öğrendiğim zaman çok sinirlenmiştim. Ama detaylı baktığınızda orda yaşanılanlar arasında insan olmanın çok güzel örneklerini de görürsünüz. Düşünün ki salonun bu tarafı a bölümü, bu tarafı da b bölümü ve bu odayı terk edemediğiniz gibi birbirinizle savaşmanız gerekiyor. Siz ne yapıyorsunuz her iki gruptan en güçlü olanları seçip onları savaştırıyorsunuz ve seyrediyorsunuz çünkü aslında insan öldürmeyi değil çözümü sever.  

Bir örnek daha var paylaşmak istediğim. 1944’de Belçika’daki ormanda çok soğuk var ve donuyorlar. Ve galiba yılbaşı zamanı İngilizler bir şarkıcı getirmişler ve şarkıcı Christmas şarkıları söylüyor. Aslında bu şarkılar insanlığın barışı için söylenir. O şarkıcı, gecenin sessizliğinde bu şarkıları söylerken ormanın diğer tarafındaki başka lisandaki insanlar da ona katılırlar. O sırada bütün genç adamlar kendi sefaletleri içinde bu şarkıları söyler. Mantıksal olarak doğal olanı bu savaşın o noktada bitmiş olmasıydı. Biz kendi evimize gidiyoruz, siz de kendi evinize gidin. Ama böyle olmadı. Bu genç adamları aldılar ve başka yerlere gönderdiler. Çünkü bunlar artık birbirlerini öldürmeyeceklerdi, oraya da başka grupları getirdiler. Maalesef çok sayıda genç insan öldü ve onlar henüz ölüme hazır değillerdi. Genç oldukları için aile kurmaya, aileye odaklıydılar. Onların kanı da savaştıkları o savaş alanlarında kaldı. Bugün bile o enerjiyi hala hissedebiliyoruz.

Kandan bahsettiğimizde aslında kanda var olan şey DNA’mız. Biz evrenin yaratımındaki bu DNA ile yaşıyoruz. Burada bir resim var, galaksinin şeklinin DNA sarmalıyla ne kadar benzeştiğini görüyoruz. Küçük bağlamda olan şey büyük bağlamda da aynı şekilde vuku bulur. Anlayacağınız gibi bu konferansta birçok konuya değinebiliriz.

Savaş alanları insanların fiziksel olarak birbirleriyle savaştıkları, kavga ettikleri, yaraladıkları, ölüp öldürdükleri alanlardır. Dolayısıyla o bölgelerde, o alanlarda çok yoğun miktarda insan enerjileri vardır. Mesela ölmekte olan bir askerin son düşüncesi ‘kız arkadaşına gitmek’ olabilir ama gidemediğini aslında ölmekte olduğunu fark ediyor. Savaş alanlarındaki toprakta sadece yaşam enerji kaynağı olan kan yoktur, aynı zamanda birbirleriyle bağlantıda olan, iletişimde olan birtakım düşünce kümeleri de vardır. Dolayısıyla oradaki alana bağlı olan bir enerji söz konusudur. İnsanlar birçok röportajda ve hikâyede o savaş alanlarındaki enerjinin varlığından bahsediyor. Çünkü orada ölen askerlerin hepsi son derece canlı ve genç insanlar ve üstelik hepsi aynı alanda ölüyor. Daha önce dediğim gibi normalde insanlar kendilerini ölüme hazırlayabilir ancak bu askerler orada yaşamak, hayatta kalmak için savaştılar. Bu nedenle bazı ruhlar kolaylıkla gidemedi.

Benim yaşadığım kasabada bir anne tatil için gittikleri Kuzey Fransa’da henüz küçük bir çocuk olan oğlunun yaptığı bir şeyden bahsetti. Orada bulundukları bir gün yağmur yağdığı için bir müzeye giderler. Müzede, birinci dünya savaşını, savaştaki genç askerleri gösteren bir film gösterilmektedir. Müzede turistler, aileler ve çocuklar vardır. Bu hanımın oğlu gözlerini kocaman açarak “Anne bak bak, onlar benim arkadaşlarım.” Demiş. Annenin dediğine göre bu oğlu her zaman kâbuslar gören ve kolay kolay uyuyamayan bir çocukmuş. Çünkü çocuğun o zamandan kalan bir geçmiş yaşam anısı vardı, bu nedenle o üniformaları ve arkadaşlarını hatırladı. Bunun oradaki turistler ve anne için çok etkileyici olduğunu söylemem gerek. Maalesef ki dünyanın birçok yerinde hala savaşlarımız var.

Birinci dünya savaşına ait bir fotoğraf getirdim. Bu fotoğrafta yerdeki askerler ölü değil yaralılar ve bir hastaneye götürülmeyi bekliyorlar. İngiliz, Alman, Belçikalı birbirine karışmış ve acı içinde yatarak bekliyorlar. İşte o süreçte enerjileri de birbirine karışıyor. Savaş alanında ilk önce çok yoğunlaşmış bir odak var: “ben buradayım ve yaşamalıyım.” Ve savaş başladığı zaman da aynı şekilde öldürmeye yoğunlaşan bir odak var. Ve sonrasında bunu takip eden öfke, korku, umutsuzluk var. Bu nedenle ölürlerken taşıdıkları duygu umutsuzluk, çaresizlik ve üzüntü oluyor. Ölümden sonra da öfke geliyor. Genelde ölümden sonra öfke geliyor, sen benim hayatımı aldın diye. Eğer ölüm birdenbire olmuyorsa bununla ilgili düşünecek zamanı oluyor. Mesela bir asker kan kaybederken orada ölebileceğini bilir ve “gelin bana yardım edin” der, ancak o sırada savaş devam ettiği için kimse gelip yardım edemez. Buradan bir sonuca gider ve der ki “Ben önemli değilim, kimse beni umursamıyor, kimse beni önemsemiyor, demek ki ben önemli değilim.”  Kanısına varır. İşte bu duyguları ve düşünceleri ölüm ötesine taşır ve bu da bir sonraki hayatını etkileyebilir. Bir sonraki hayatta depresyon, düşük enerji, sıfır ya da düşük hırs, sevgi ilişkisinde bağlanmaktan korkmak, ailenin üzerine gereğinden fazla düşmek, aile geç gelince paniklemek, tinitus-kulak çınlaması gibi etkiler ortaya çıkabilir.

 Buna benzer bir durum, ağladığında annesi gelmeyen bir bebek için de geçerlidir. “Görüyor musunuz ben önemli değilim.” Kanısına varır. Bu durum çocuklarda iki farklı sonuca neden olabilir. Ya, ben önemli değilim, kimse bana yardım etmiyor deyip tamamen içine kapanık olur. Çok az enerji ile yoluna devam eder ve depresyona girer. Ya da, tam tersi olur. Ben önemli değil miyim, ben şimdi onlara göstereceğim diyerek çok aktif çocuklarda olduğu gibi savaşmaya ve tartışmaya eğilimli olurlar.

Yavaş ölümlerde insanın düşünecek vakti olur ama aynı zamanda yorulur ve tükenir. Kan kaybı ne kadar yavaş olursa o kadar yorulur. Bazı danışanlar der ki sanki yerin içine çekildim. Bu alan bir orman olabilir ve bu enerjiyi hala burada hissedebilirsiniz çünkü orası binlerce askerin öldüğü bir yerdir. Enerjilerinin, şuurlarının bir parçası direk olarak yukarıya çıkabilir ama büyük bir yüzdesi orada kalır çünkü hareket etmek için yeterli güce sahip olamamışlardır.

Ani ölümlerde ise ruhsal enerji direk bedeni terk edebilir ama beden ölmekte olduğunun farkında değilse farkındalığının bir kısmı bedenin içinde kalabilir. Çok ani ve çabuk ölümlerde kişi kendi ölümünün farkında olmayabilir, ölüm anını kaçırmış olabilir. Bu nedenle öldüğünü bilmez. Evde, bir ortamda veya bir seansta bir ruhla karşılaştığım zaman “ölü olduğunun farkında mısın?” diye sorarım. Bazıları “hayır” der, bazıları ise “aa saçmalama, ben yaşıyorum” der. Aslında çoktan bitmiş olan bir geçmiş hayatın anıları içindedirler.

Danışanlarımdan biri büyükbabası tarafından kurulmuş çok büyük bir şirketin üst düzey yöneticisiydi. Danışanım dedi ki “çok önemli bir karar almak istediğim zaman büyük babamın ruhu için yanıma bir boş sandalye koyuyorum ve her zaman doğru karar alıyorum çünkü o çok akılı bir adamdı. Aynı doğru kararı ben alabilir miyim bilmiyorum.” Normalde bu bir problem olmazdı ama büyükbabası da kendi babası da 59 yaşında ölmüştü. Danışanım ise 58 yaşındaydı ve 59 yaşında ölmekten korkuyordu. Seansta büyükbabası ile ilgilendik, büyükbabası işle ilgili o kadar çok yoğun çalışıyordu ki ölü olduğunu unutmuştu. Öldükten sonra da işin içinde olmaya ve aynı yoğunlukta çalışmaya devam ediyordu. Bu hikâyenin bir yan etkisi var, aynı şekilde yaptığınız terapinin de güzel bir yan etkisi var. İşe yarıyor. Büyükbabasının ve babasının ruhlarını özgürleştirdik, tamamen huzurlu bir şekilde büyük ruha ve atalarına kavuştular. Danışanım da iri yapılı bir adamdı, omuzlarını sallamaya başladı ve dedi ki “galiba ben şimdi özgürüm.” Ve ne yaptı dersiniz. Şirketi sattı, bir tekne aldı, bir kız arkadaş edindi ve şimdi hayatın tadını çıkarıyor. Bunu daha önce yapamıyordu çünkü büyükbabası buna izin vermiyordu. Bu sadece bir insan, bir kişinin etkisi. Düşünün ki binlerce ölmüş insanın ve onlar için yas tutan ailelerin oluşturduğu kalabalığın etkisi ne olur?

Geçmişten gelen korkular nedeniyle bazı kişiler bazen aile kurmaya korkuyorlar çünkü onları kaybetme korkuları oluyor. Bazı zamanlarda her şeyi kontrol etmek, bütün kararları almak, her yerde olmak, her şeye yetişmek istiyorlar. “Bütün kararlar baba tarafından alınır” gibi kalıplar oluşuyor ve bu çok yorucu oluyor. Birçok reaksiyon olabilir ama altını çizmek istediğim bir örnek var.

 Bir danışanımın kulak çınlama rahatsızlığı (tinutus) varmış. Geçmiş hayatında bir siperin içindeymiş ve büyük bir patlamayla siperin dışına fırlatılmış, patlama ve oradaki baskı yüzünden kulakları zarar görmüş. Çapraz ateşin tam ortasına düştüğü için öylesine yatmış ve kimse ona yardım getirememiş. Tabi ki bu çok güzel bir deneyim olmayabilir ama biz danışanımıza orada tam olarak ne olduğunu soruyoruz.  Danışanım, sürekli olarak vız vız vız diye uçuşan kurşunları duyuyormuş. Ölmeden önce son duyduğu sesler üstünden geçen kurşunların sesi olmuş ve burada ölmüş. Ölürken son ana kadar çalışan beden fonksiyonlarından biri de duymaktır. Dolayısıyla yakınlarınızda ölen bir insan varsa yanında dedikodu yapmayın çünkü her şeyi duyarlar. Öldükleri zaman bile en son işlevini kaybeden beden fonksiyonu duyma olduğu için “artık gidebilirsin, biz her şeyi halledeceğiz, artık gidebilirsin” diyebilirsiniz.

Genç bir adam motosiklet kazası geçirip yoğun bakıma yatırılmış. Kazadan iki üç sene sonra bana geldi çünkü kazadan sonra birçok problemi olmuş. Dedi ki “ben yataktayım, tamamen bağlanmış durumdayım ve çevremde düşmanı görüyorum, hiçbir şey yapamıyorum ve çok büyük bir acı içindeyim.”  Ona çevresindekilerin kim olduğunu sordum çünkü hastanedeki hemşireler ve doktorlar olduğunu düşünmüştüm. Evet, evet onlar ama onlar düşmanlar dedi. Zihni karışmış durumdaydı çünkü geçmiş yaşamla bir karışıklık yaşıyordu. Birinci dünya savaşında yaralanmıştı ve o zamanki halini görüyordu fakat Almanların tarafında vurulmuştu, onların arasında hiçbir şey yapamaz bir şekilde yatarken doğal olarak çevresinde düşman askerleri görüyordu.  Bu kazayı geçirdiği zaman da çevresinde yine insanlar gördü ve bu iki görüntüyü karıştırmıştı. Kaza geçirdi, orada öylesine yatıyordu ve gerçekten çevresindekilerin askerler, düşmanlar olduğunu sanıyordu. Buna benzer binlerce başka örnekler de var.

Savaş meydanlarında olan şudur.  Ne yazık ki orada çok genç insanlar ölüyor ama ölen askerlerin öldükleri yerde bütünsel enerjisi kalmıyor, bütünsel enerjiden ayrışmış olan ruh (şuur)  parçaları kalıyor. Yani bir asker ölünce ruhsal enerjisinin bir parçası kendi varlığına, ruhunun özüne giderken acı içindeki bir veya birkaç parçası öldüğü yerde kalıyor. Kalan parçalardan biri belki yeni doğmuş olan çocuğuna, bir parçası kanıyla birlikte öldüğü yerdeki toprağa, bir parçası da belki aileden başka bir bireye gidiyor. Bunların ruhları ayrıştığı zaman ruhların en çok yapmak istedikleri şey ailelerine tekrar kavuşmaktır.  

Ancak aniden ölmeyip ölümünün farkındaysa yani bilinçli bir ölüm yaşıyorlarsa aileleriyle vedalaşıp direk olarak ruh ışıklarına gidebilirler. Ama ölen askerin bu vakti yoksa vedalaşmak için ailesine gidiyor, mesela çocuğuna gidiyor ve çocuk ağlamaya başlıyor, sadece vedalaşmak için çocuğunu okşamak istiyor ama o sırada çekim gücüyle enerjisinin bir parçası çocuğunda kalıyor. Dolayısıyla bu çocuğun bir ruh bağlantısı (ataç) olmuş oluyor. Fransa’da özellikle savaşın son yıllarında ölmüş babaların çocuklarıyla vedalaştıkları birçok posta kartı vardı. Üzerinde ise şöyle yazıyordu: “Çocuğum bir gün yatağında sana sürpriz yapacağım.” Aslında karttaki babanın kastettiği ataç olmak değildi, “bir gece ben eve geleceğim” demek istemişti ama ölmüş olduğu için bunu ruh olarak yapıyordu. Birçok askerin raporuna göre orda, öldükleri yerde kalmışlardı ama bazı ruhların gelip hareket edip gitmelerine yardım ettiklerini söylediler. Böyle çok askerin öldüğü yerde enerji kümeleri, enerji bulutları oluşur.

Yaşamak için, kendinizi korumak için savaşıyorsanız yüzde yüz bedenin içinde olmanız gerekiyor çünkü zihniniz başka bir taraftaysa kendinizi koruyamazsınız. Ancak savaştaki asker bir taraftan da ölebileceğini düşünüyor ve bu dolayısıyla bir çatışma yaratıyor. Bir taraftan bedeninizde olanız gerekiyor, bir taraftan da ölebileceğinizi düşünüyorsunuz.  Bu nedenle birçok insanın yapamadığına şaşırmamak lazım. Düşmanınızın gözünün içine bakmak onun enerjisini sizinle birlikte tutar. Çünkü o anda “ya sen, ya ben” durumu vardır ve genellikle de birlikte giderler dolayısıyla da karışmış olan bu enerjilerin daha sonra aynı bedende olduğunu görürsünüz, ama iyi haber şu ki bunu çözebiliyoruz.

Bir ruh olarak bedeni terk edememenin başka sebepleri de vardır. Örneğin erkek kardeşinize “sensiz gitmeyeceğim, sana yardım edeceğim” diye söz vermişsinizdir.  Bu kültürü her yerde görüyoruz.  Ayrıca orduda insanlar sadece beraber savaşmak için eğitilmezler, birbirlerini kollayıp kurtarmayı da öğrenirler. Savaşırken aynı zamanda yanında olan yakın arkadaşını, kumandanını da iyi mi diye kontrol ederler. Bu nedenle asker kodunda şu vardır: Ben sana güvenirim, ben sana yardım edeceğim, ben sana göz kulak olurum. İşte bu nedenle, öldükten sonra birbirlerine yardım etmek için hala bekleme modunda kalabiliyorlar.

Bir bayan danışanım vardı ve geçmiş hayatlarının birinde İngiliz korsanıymış, almanlar tarafından vurulup denizde ölmüş. Benden önce başka bir terapiste gitmiş, orada takılı kalan ruh parçasıyla çalışıp bütünleştirmişler. Fakat erkek olan korsan her seansta tekrar tekrar geliyormuş. Danışanım dedi ki “bittiğini biliyor, ölü olduğunu biliyor ama tekrar geliyor”. O zaman sor bakalım demiş terapisti neden geliyor? Danışanım sorduğunda korsan demiş ki ”komutanım hala denizin dibinde”. Yani komutanına bağlı bir asker olarak komutanını orada bırakıp gidemiyormuş. Ancak okyanusun tabanındaki ruhları da özgürleştirdikten sonra tamamen gitmiş.

Yerlere bağlı yoğun enerjiler taşıyan savaş alanlarından bahsediyoruz. İstanbul da tarihsel bir kent. Bu nedenle yoğun tarihsel enerjiler olması normal. Mesela kiliselerde, camilerde genellikle kendinizi iyi hissedersiniz çünkü buralarda insanlar asırlardır dua etmiş, kutlamalar ve ritüeller yapmışlardır. Bu nedenle o güzel enerji sizin de iyi hissetmenize neden olur.

Avustralya’nın eski yerlileri Mauirilerin fenomen haline gelmiş bir gelenekleri varmış. Millerce, sürekli olarak haftalarca yürürlermiş. Ve onlardan bir tanesi tarihsel bir yere geldiklerinde, bir kayaya dokununca onun enerjisini hissedip, binlerce sene ne olduğunun bilgisini alırmış. Mesela onların ritüellerinden bir örnek vermek istiyorum. İçlerinden birinin büyükbabası öldüğünde onu bir yere gömüyorlar. Oradaki bir kayaya diyor ki “biz büyükbabamı buraya gömdük, şu ağaçtan iki üç metre ötedeki bu kaya onun yerini bize gösterecek.”  Asırlar sonra biri gelip de o kayaya dokununca oradaki bilgiyi, hikâyeyi ve enerjiyi olduğu gibi alıyormuş.

 Amerikan yerlilerinin de boyunlarında taşıdıkları bir taşa hikâye anlatma gelenekleri vardır.  Onlar çok iyi hikâye anlatıcısıdırlar, o taşa, hikâyeyi sonraki nesillere aktarsın diye anlatırlar. Bir taş bir hikâye demektir. Büyük baba hikâye anlatır, onun oğlu hikâye anlatır, onun oğlu ve tüm nesiller hikâye anlatır ve sonraki nesiller hangi taşı ellerine alırsa o hikâyeyi tam olarak bilirler. Bazı yerli topluluklar bu yöntemi hala kullanıyor.

Ancak savaş alanlarında orada ne olduğunun hikâyesi planlı olarak anlatılmamış olsa da oradaki yerin, taşın, toprağın aynı bilgiyi, aynı enerjiyi taşıdığını söyleyebiliriz. Eskiden savaş alanı olan bir bölgede yürürken birdenbire içinizden bir saygı hissi gelir; herkes suskunlaşır ve kendi içine döner, gelen saygı hissini sadece hissedersiniz. Psişik insanlar hikâyeleri daha detaylı olarak bilebilir ama herkes oradaki enerjiyi hissedebilir. Mesela kuzey Fransa’da çok fazla askerin öldüğü ve askerlerin gömülemeden kaldığı o bölge zamanla bir orman haline gelmiş. Daha sonraki zamanlarda orada pek çok genç adam intihar etmiş. Böyle yerlerin olduğunu bilmek hoşunuza gitmeyebilir ama böylesi yerlerdeki enerjiyi dönüştürebiliriz. Nitekim ben o bölgede yaşayan bir öğrencimle oraya gittim. Orada takılı kalmış ruhları özgürleştirmek için bir atölye çalışması yaptık. Bilmek işin bir tarafı ama gerçekte onlara yardım etmek gerekiyor. Orada yaptığımız atölye çalışmasını 2018’e kadar her sene tekrarlayacağız ve dört farklı dilde yapıyoruz. Fransız öğrencim oradaki ruhları özgürleştirmek için çalışıyor. Bazı İngiliz askerlerinin dinlendikleri, saklandıkları mağaralar varmış. Oraya çeşitli şeyler çizmişler. Orada da onların özgürleşmesi için İngilizce ritüel yapılıyor.

Yaptığımız şeyin özü şu, bizler artık insanların yüz senedir görmemezlikten geldiği şeyleri yok saymıyoruz. Üstelik bazı insanlar bu bölgelere hayalet turları düzenleyip para kazanıyorlardı. Biz ise oradaki sıkışık ruhlara yardım edip onları özgürleştirmek için çalışıyoruz. Amerika’da savaş alanlarına gezi düzenleyen hayalet turları diye bir web sitesi bile varmış. Amerikalı bir arkadaşımı aradım ve aynı çalışmayı orada da yapacağız. Çünkü bir yerlerde geçmiş yaşamlarından dolayı kendini iyi hissetmeyen küçük çocuklar var. Bu ruhların hepsi özgürleştiği zaman ve bir bütün olarak kendi kaynaklarına döndükleri zaman bu çocukların rahatsızlıkları sona eriyor ve kendilerini iyi hissediyorlar. Böyle çalışmalar yapan bir grupla belki tüm çevreyi değil ama belli yerlerin enerjisini dönüştürüp o çevreyi arındırabiliriz. İsveç’te bir okulun yanında yaptık ve herkes kendini çok tazelenmiş hissetti. Herkes bunu yaparsa ruhların özgürleşmesine katkı olur.

Tanıdığım örnek bir itfaiyeci var adı Jeff Keene. Yıllar önce ilk tanıştığımda bana dedi ki “kendimi iyi hissetmiyorum çünkü ben Amerikan savaşında Albay John Gorden’dım.” Karşılıklı konuştuk ve dedim ki “o öldü artık, o şu anda yaşamıyor, şu anda yaşayan sensin.” Fakat hikâyeyi anlattı. Ailesiyle birlikte savaşın olduğu bölgede yürürlerken zihnine gelen şey “henüz değil, henüz değil” imiş. Bu yüzden paniklemiş ve karısı da demiş ki “niye böyle söylüyorsun.” Bilmiyorum ama sürekli bu düşünce geliyor demiş. Bilmediği, farkında olmadığı nokta şuydu: General bu düşüncenin geldiği noktada askerleriyle birlikte düşmanın daha da yaklaşmasını bekliyormuş.  Askerlerine “henüz ateş etmeyin, henüz ateş etmeyin” deyip düşman askerlerinin daha da yakınlaşmasını bekliyormuş. Fakat genç, heyecanlı, sinirli ve ateşli askerleri onu dinlemeden ateş etmişler ve hepsi orada ölmüşler. Bu adam bir teğmendi çünkü generaller bu kadar ortada öldürülmezler. Hikâyeyi bilmiyor olsa bile tarihçiler de ona böyle olmuştu diye anlatmışlar. Savaş alanlarının çevresinde yaşayan insanlar arasında depresyonda olan çok sayıda insan vardır. Savaş sahnelerini gördüğünü, hayaletler gördüğünü söyleyenler bile var.

İngiltere’de bir tesisatçı yerin altında bir şeyi tamir etmek için çalışıyormuş. Tam olarak işine odaklandığı anda birden bire gözünün önünden geçen bir Romalı asker görüp heyecanlanmış ve yere düşmüş. O askeri, topluluğu, topları geçerken görmüş. Demiş ki “bu doğru olamaz, bu gerçek olamaz herhalde deliriyorum.”  Eşyalarını bırakıp yukarı çıkmış ve sokağa baktığında oradaki arkeoloji müzesini görüp koşa koşa müzeye gitmiş. O sırada ziyaretçi olmadığı için boş boş oturan müze görevlisinin yanına varıp demiş ki “sana bir şey anlatacağım ama hiç inanmayacaksın.” Adam da “anlat” demiş. “Aşağıda çalışırken birden bire Romalı askerler gördüm. Arabalarını, arkadaşlarını her şeylerini gördüm, atlarını hatta atların kokusunu bile aldım deliriyor muyum” demiş. Müze görevlisi demiş ki “Evet bu gerçek, doğru olduğunu biliyorum çünkü sen bunu gören 12. kişisin ve biz bunun gerçek olduğunu biliyoruz, sen deli değilsin.”

Peki, bu mümkün mü? Evet mümkün. Enerjiler nasıl ki savaş alanlarında kalıyorsa eski evlerde, hastanelerde,  ölümün ve katliamın olduğu her yerde bu tip sıkışıp kalmış, gidememiş enerji parçaları bulunabilir. Ve onlara “artık bitti, artık evine, kendi ruhunun ışığına veya kendi varlığına gidebilirsin” dememiz lazım. Bu enerjileri yok saydıkça, görmemezlikten geldikçe durum değişmeyecektir. Fransa’daki savaş alanının yakınında bir grup insan varmış ve tur lideri onlara bir şeyler anlatırken kilisenin çanı normal periyodunun dışında olduğu halde çalmaya başlamış. Bu kilisenin çanı daha önceleri de periyodik olmayan zamanlarda çalarmış. Neden periyodik olmayan bir zamanda çalmaya başladığını araştırınca paratonerin üzerinde asılı kalmış paraşütçü ruhları bulmuşlar. O ruhlar özgürleştirilip gönderilince kilise çanının periyodik olmayan çalması da sona ermiş. Böyle yerlerin enerjisi çok yoğun olabilir. Mesela daha önce orada dolaşan bir kadın birinin saçlarımı okşadığını hissettim demiş. Bunun gibi etkiler olabilir. Orada dolaşan birinin “hey bunu yapma” demesi gerekir.

Aldous Hukley demiş ki: “Savaş ruhlarına saygı gösterin ve onları özgürleştirin. Dikkate almamak hiçbir şeyi değiştirmez. Gerçeklerin mevcudiyeti, kale alınmadıkları için sona ermez.”  Ben de transpersonel bir terapist olarak, seanslarımda aynı şekilde buradaki insanlarla, onların geçmiş yaşamlarıyla çalışarak onların taşıdıkları enerjileri özgürleştiriyorum. Bizim için en önemli şey bugün burada yaşayan insanlar ve onları özgürleştirmek. Bu ruhsal bir uçma değil. “Burada bir şey var beni, ailemi rahatsız ediyor” diye geliyor genellikle danışanlar. Bakalım bu neymiş deyip onun üzerinde çalışıyoruz. Ve hastanelerde bunu yaptığımız zaman doktorlar bunu hissediyorlar, “ne yaptığını bilmiyorum ama yapmaya devam et” dediler her zaman.

Bu kitabı yazan adam bana dedi ki “yazarken yanımda duran bir alman asker var.” Ona dedim ki “belki de ona ölü olduğunu fark ettirmek iyi olabilir. Ölü olduğunu bilmek huzur hissettirir.” Sinirlendi ve “Bütün terapistlerden bıktım ben çünkü o benim ilham kaynağım ve ben onu yanımda tutmak istiyorum.” Dedi.  Ama enerji alanına baktığımda fark ettim ki Alman asker yoktu, demek ki birisi ona ölü olduğunu söylemiş ve o da gitmiş. Ne yazık ki hala savaşın gerekli olduğuna inanan bir sürü liderimiz var. Maalesef hala devam etmekte olan birçok savaş var ve o alanlar da hala savaş enerjisini taşıyorlar.

Savaş alanlarında ya da böyle enerjisel yoğunluğa sahip olan bölgelerde kazalara da daha çok rastlanır. Bir yerde sürekli olarak, aynı şekilde kaza oluyorsa bilin ki orada enerjisel bir yoğunluk vardır ve o alan için yapılacak şeyler vardır. Başka bir örnek hatırladım. 13 yaşında çok güzel bir kız danışanım oldu. Sesler duyuyordu. Gençlerle çalışan bir psikiyatrisle çalışmak için sırasının gelmesini bekliyormuş. Bu bekleme süresinde çok gergin olan annesi bu durumdan bir arkadaşına bahsetmiş. Arkadaşının oğlu da sesler duyuyormuş ve bu nedenle daha önce bana gelip iyileşmişti. Bunu duyunca telefon edip randevu aldılar ve baba, anne ve kız birlikte geldiler. Baba gelmeden önce demiş ki “ben de sizinle geliyorum, eğer o bir cadıysa oradan hemen çıkarız.” Genelde danışanımla bire bir çalışırım ama burada kızla çalışırken anne ve baba da odada ama bizi görmeyecekleri bir yerde durdular.

Kıza “duyduğun ses ne söylüyor” diye sordum. “Benle tartışıyor, beni rahatsız edici şeyler söylüyor” dedi. “Peki, senle hangi konuda tartışıyor” diye sordum. “Hayır, bir başkasıyla tartışıyor iki ayrı ses var” dedi. Bu kız geçmiş yaşamında psikiyatrik bir hastaymış. Aslında alanında ataç olmuş bir varlık varmış. O varlık ve onun yaptırdıkları nedeniyle doktorlar ona “sen delisin” diyorlarmış. Kızın geçmiş yaşam karakteri de “hayır ben deli değilim” diye doktorlarla sürekli kavga edermiş.  Bu hikâyedeki geçmiş yaşam karakteri 1900’lü senelerin sonunda Paris’te bir psikiyatri kliniğinde ölüyor. Ölürken de doktorlara “hayır ben deli değilim, sen beni anlamıyorsun” diyerek, doktorlarla olan çatışmasıyla birlikte ölmüş. Kızın bu hayatta duyduğu sesler kendi geçmiş yaşamının, ataç olmuş varlığın ve tartıştığı doktorun sesiymiş. O geçmiş yaşamı üzerinde çalıştık. Bütün ruhlara artık ölü olduklarını fark ettirdik ve “artık bitti” dedik, ruhları ışığa yolladık. Kız gözlerini açıp dimdik oturdu ve “ben artık normalim” dedi. Babasına dönüp dedi ki “baba parasını ödeyebilirsin, o da normal! (cadı değilim yani)” Sonuçta çalışma işe yaradı.

Bu küçük kız çocuğu tartışan, kavga eden sesler duyuyordu. Savaş alanlarının yanında yaşayan insanlar da savaşın seslerini duyar, bununla ilgili çok fazla örnek var. Size enteresan bir şey daha anlatayım. İlk kez Dubai’ye gittiğimde içinde kayak pisti bile olan çok büyük bir alışveriş merkezine gitmiştim. Birden bire orayı olduğu gibi bir çöl olarak gördüm. Sarı siyah giysili bir adam bana doğru geliyordu, bir taraftan ayağıyla kumu öteliyordu ve bana dönüp “sen burada ne arıyorsun, çekil buradan” dedi. “Özür dilerim ben sadece yürüyorum burada” dedim ve birden ölü olanın o olduğunu düşündüm. “Biliyorum biliyorum, bütün bunlar kaybolacak ve biz burada sonsuza kadar kalmaya devam edeceğiz çünkü burası bizim toprağımız.” dedi. Yani o modern binaları hiç sevmemişlerdi. Bu kabilenin insanlarına karşı çok derin bir saygı duydum. Onlara ölü olduklarını bilip bilmediklerini sordum. Biliyoruz dediler. Bu durum dünyada kalmak için toprağa bağlanıp kalmak olabilir. Onları bir şekilde rahatsız ettiğimi fark edip özür diledim ve geri gittim. O zaman fark ettim ki o alışveriş merkezi onların kabilesinin merkezinde kurulmuştu. Bu kabilenin kadınları örtülü, bilezikli ve çok renkli giyinmişlerdi ama bu günkü gibi kapalı değillerdi. Örtüleri kumdan korunmak içindi. Ölü olduklarının farkındaydılar ve orası onların toprağıydı, bu yüzden bilinçli olarak orada kalmayı seçmişler. Bu nedenle “artık ışığa gitmeniz gerek” demek de benim sorumluluğum değildi. Teşekkür ederim. Sorusu olan var mı?

Soru: Bir yazarın yazarken oluşturduğu karakter ve duyduğu ses için neler söyleyebilirsiniz?

M.B: Bir karakter oluşturduğunuzda sizin zihninizde ses olarak yansıyor ve kendi isteklerini ifade ediyor. Bunu söylemek istediniz değil mi? Evet. Bu çok bilinen bir fenomendir, zihninizde bir karakter yaratırsınız ve o giderek güçlenir. Biz buna düşünce formu diyoruz çünkü yazarın enerjisini kullanıyor. Yazar, yaratıcı enerjisini onun içine koyuyor ama o daha fazla istemeye başlıyorsa kitap bittiği zaman o karakterin ölmesi gerekiyor. Türk korsanlarının kılıcını alıp kafasını koparmanız gerekiyor. Yani artık onu enerjiyle beslememek gerekiyor, yazarın o karakterlere verdiği yaşam enerjisini geri alması gerekiyor. Yazarın yaratıcı enerjisi yeterli ise, karakterlerine verdiği enerjisini tekrar geri alınca yeni bir şey yaratmak için yeterli yaratıcı enerjisi olur.

Greta Garbo’yu bilirsiniz. Çok yaşlı olduğu zamanlarda, işi bıraktıktan seneler sonra bile merdivenlerden inerken oynamış olduğu karakterler gibi iniyordu. Yüzde yüz o karakterin içindeydi. İşi bıraktıktan sonra o rolün içine girme yeteneğini kaybetmemişti, hala onu yapıyordu. Peki, Greta Garbo nerde o zaman? O, oynamış olduğu fantezi karakterle tamamen kaplanmış durumdaydı. Bu durum sağlıklı değildir. Bir oyuncu da, bir yazar da işi bitince oynadığı veya yarattığı karakterlerden kendi enerjisini geri almalıdır. Ancak o eseri yazdıranın ataç olmuş bir varlık olabileceğini de artık biliyorsunuz ve ne yapılması gerektiğini. İlgiyle dinlediğiniz için teşekkür ederim.

*EARTh terapistlerinden Marion Boon’un 24 Nisan 2014 tarihinde Bilyay Vakfında verdiği konferanstan özetleyen: Fadime Çelik.

   
       

Sayfa başı/a>